“İçeri değince aklıma çok şey geliyor. Beyninin senden alındığını düşün. Zararlı eşyalarınla birlikte ilk girişte senden beynini alıp yerine bir program koyuyorlar. Ne yiyeceğine, ne zaman ne yapacağına birileri senin adına karar veriyor.”[1]
Yukarıdaki alıntı çocuklar için oluşturulmuş spesifik bir mekanın deneyimini içeriyor. Peki burası neresi olabilir: okul, hapishane, ev, yetiştirme yurdu… Belki de bunların hepsi birden. İlk bakışta birbirlerinden oldukça farklı görünen ve farklı ihtiyaçlara yanıt verdiği düşünülen bu kurumların ve mekanların birbirine bu kadar yakın deneyimler içerebilmesi ihtimali oldukça şaşırtıcı öyle değil mi?
Panoptikon Jeremy Bentham tarafından üretilen bir hapishane modellemesi. Bu modeli yıllar sonra yeniden gündeme getiren Foucault ise panoptikonun yalnızca bir hapishane modellemesi olmakla kalmadığını; modern toplumdaki iktidar ilişkilerinin bir manifestosu olduğunu düşünüyordu. Panoptikon, yapı olarak iç içe geçmiş olan halkalardan oluşur. Tam ortasında bir gözlemci kulesi bulunur ve bütün mahkumların hücreleri bu gözlem kulesinden rahatlıkla izlenebilir. Burada bir bilgi asimetrisi oluşturulur; merkezi kuledeki gardiyan her bir hücreyi her an görebilirken, tutuklular kuledeki gardiyanı göremez. Öyle ki mahkumlar bir noktadan sonra izlenip izlenmediklerini dahi bilemeyeceklerdir ve bunun bir önemi de kalmayacaktır. Sürekli gözetim ve denetim altında tutulmakta olduğunu bilen mahkum bir süre sonra kendisini kuledeki gardiyanın gözüyle görmeye başlayacak ve o gözün beklentileri doğrultusunda hareket edecektir. Bu süreç otoritenin bakış açısının içselleştirilmesi anlamına gelir.
Foucault’ya göre panoptikonun içerdiği disiplin ve gözetleme mekanizmaları modern toplumda her kuruma nüfuz etmiş durumdaydı. Kısacası, Foucault’ya göre hapishaneler her ne kadar toplumdan koparılmış ve tamamen ayrı işleyen kurumlar olarak görünse de toplumdaki daha geniş ölçekli iktidar ilişkilerinin bir tezahürü olarak okunabilir. Tek farkı, iktidarın hapishanede kendisini saklamaya gerek duymadan en çıplak haliyle sunmasıdır.
Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Foucault panoptikonu bir metafor olarak kullanmaz. Ona göre, modern toplumun mekanizmaları gözetleme ve disipline etme araçları vasıtasıyla tahakkümün içselleştirilmesini amaçlar. Peki bunun deneyimi herkes için aynı oranda mı kuşatıcıdır ya da herkes için aynı mıdır?
Şu an toplumda hakim olan çocukluk algısı “paternalist” varsayımlar ile inşa edilmiş; çocuğu yalnızca yetişkinler ile ilişkisi içerisinde ve bu ilişkiyi de çocuğun boyun eğdiği bir tahakküm ilişkisi olarak kurgulama eğilimindedir. Bu paternalist bakış, çocuğu “irrasyonel”, “zayıf” ve “eğitimsiz” olarak gördüğü için yetişkinlerin, çocukları “kendi yetersizliklerinden kaynaklanan yanlış kararlarının zararlı sonuçlarından korumaları” gerektiğini ima eder.
Modern çocuk algısı, Nurdan Gürbilek’in de ifade ettiği gibi aslında ikircikli ve zaman zaman birbiri ile çelişen yakıştırmaları içinde barındıran bir olgudur. Tam da bu sebeple çocukluk ve çocuk da her zaman şüpheyle yaklaşılan ve gerektiğinde müdahale edilmesi gereken bir “şey”e dönüşür. Bir yandan çocuk masumiyetin, saflığın ve naifliğin sembolü olarak görülür ve doğal olarak iyidir. Bu yüzden yetişkinlerin yozlaşmış dünyasından uzak tutulması gerekir. Öte yandan ise çocuk eğitimsiz, zayıf ve sosyalleşmemiş bir kişi olarak eğitilmeli ve kontrol edilmelidir. Çocuklar hakkındaki bu iki çelişkili algılayış ise iki farklı eğilimi doğurur: Çocukları olduğu gibi saf kalabilmeleri için korumak ve eğiterek, şekil vererek ve kontrol altına alarak toplumun huzur ve refahının devamlılığını sağlamak. Çocuk bir yandan naif ve bozulmamış doğasıyla sevgi ve ilginin nesnesidir. Bir yandan da tehlikeli ve vahşi doğası sebebiyle bilgi ve eğitim ağının içinde şekillendirilmesi ve sosyalize edilmesi gereken bir “endişe” nesnesidir.[2]
Ariés, Batı’da orta çağdan önce yetişkinlikten tamamen bağımsız olarak kurgulanan bir çocukluk fikrinin olmadığını ve bugünkü anladığımız anlamda çocukluğun modern bir keşif olduğunu ifade eder.[3] Buna çok paralel biçimde, Osmanlı Devleti’nde çocuklara özgü modern kurumların oluşmasının tarihi de Tanzimat Dönemi’ne kadar uzanır. Bu tarihten itibaren çocukluk kendine has doğası olan ayrı bir kategori olarak algılanmaya başlamış ve çocuğun “biricik ve bağımsız bir varlık” olarak yetişkinlerden ayrı ve özel bir muameleye gereksinimi olduğu fikri önem kazanmıştır.[4] Bu algının oluşması ve yaygınlaşması ile de çocuklarla ilgili iki temel konu oldukça önem kazanmıştır: “koruma” ve “eğitim”.[5]
Yine bu dönemde ıslahhaneler açılmaya başlamıştır. Bu kurumlar, şehirlerdeki “başı boş gezen”, yetim, kimsesiz ve fakir çocuklar için kurulmuş eğitim ve disiplin amaçlı kurumlardır. Günümüzde ıslahhaneler dendiğinde akıllara kanunla ihtilaf halindeki çocuklar gelmesine rağmen, Maksudyan bu kurumların temel amacının “yetime-yi şahanenin ıslah-ı ahvali ve terbiyeleri” (kimsesiz çocukların koşullarının ve eğitimlerinin iyileştirilmesi) olduğunu söyler ve bu durumun idari söylem ve pratik uygulamasının modern devletin çocuğu tehlikeden ve toplumu tehlikeli çocuklardan koruması gerektiği fikrinin bir yansıması olarak yorumlar.[6]
19. yüzyılda “tehlikeli çocuk” Avrupa kamuoyunda önemli bir yere yerleşmeye ve sokak çocukları, terk edilmiş ve dilenci çocuklar hakim söylemin ana endişeleri haline gelmeye başladı. Orta sınıfın, ailesinin evinde, çiflikte, fabrikada ya da atölyede olması gerektiğini düşündüğü bu fakir çocukların şehirlerdeki kamusal alanları “istila” edeceği hakkında endişeleri büyüyordu. Buna çok paralel olarak Osmanlı Devleti, “kent reformu” dediği dönüşüm sürecinde bu çocukları sokaklardan ve kamusal alandan dışlamaya başladı.[7]
Bunların çok eski tarihler olduğunu düşünüyor olabiliriz. O halde daha yakın bir tarihe bakalım şimdi. 2005 yılında yürürlüğe sokulan Çocuk Koruma Kanunu’nun amacı “korunmaya muhtaç” ve “suça sürüklenen çocukların” korunması, hak ve esenliklerinin güvence altına alınması olarak tanımlanır.[8] Daha ilk bakışta kullanılan dilden başlayarak yasadaki paternalist öğeler kolaylıkla seçilebilir. Genel olarak da hukuk metinlerinde çocuklar, hakları olan özneler olarak ele alınıyor gibi görünse de aslında çoğunlukla yasalar tarafından nesneleştirilmişlerdir. Bunun yanında, yasada iki çeşit çocuk tanımı yapıldığı görülmektedir. Kuşkusuz ki burada hiyerarşik olarak ikincil konumdaki çocuk “sürüklenmiş” dahi olsa kanunla ihtilaf halinde olduğundan “suça sürülenmiş çocuk” olacaktır. Burada ağır basan eğilim çocuğun korunmasından ziyade toplumu çocuktan korumak için yapılacak müdahalelerin neler olabileceğinin belirlenmesidir. Ancak yine de iki seçenekte de ortak pek çok nokta bulmak mümkündür. İşte tam da bu noktada çocuğu korumaktan anladığımız şeyin ne olduğu sorusu önem kazanır.
Bütün bu örneklerin bana kalırsa önemi şudur; bunlar bize toplumun ve devletin çocuğu nasıl idare ettiğine dair çok ciddi ipuçları verir. Çocuk için iki seçenek vardır ya devlet paternalizmi ya da aile içindeki paternalizm. Bunlar çoğu zaman perçinlenerek beraber işler, kimi zaman ise birbirleri ile rekabet ederler. Modern devlet, ailenin yetmediği ya da yetmediğini düşündüğü yerde çocuğu “koruma” altına alır. Devlet koruması denen şey ise hepimizin kafasında canlanan üzere büyük ve soğuk; tektipleştiren ve aslında bir yönüyle de kimliksizleştiren kapatılma mekanları. Bunlar; yatılı okullar, yetiştirme yurtları, ceza infaz kurumları ve benzeri pek çok kapalı kurum. Bu noktada Foucault’nun sorusunu hatırlamakta fayda var: “Nasıl oluyor da her biri kendi kurallarına, ritüellerine, amaçlarına sahip olan bütün bu kurumlar hem birbirlerinden tümüyle farklı olduklarını iddia ediyorlar, hem de birbirlerini o kadar andırıyorlar?”[9]
Burada Foucault modern iktidarın hayatın farklı alanlarını ve kimi zaman farklı zamansal periyotlara denk gelen süreçleri örgütleme şeklini vurgulamış olsa da ben burada hayatın belli bir dönemine, çocukluğa vurgu yaparak yeniden sormak istiyorum: Nasıl oluyor da çocuklar için oluşturulmuş veya çocukların dahil olduğu bütün bu kurumlar hem birbirlerinden tümüyle farklı ihtiyaç ve amaçlar için kurulduklarını iddia ediyorlar, hem de birbirlerini bu kadar andırıyorlar?
Referanslar
Ariés, P. (1962). CENTURIES OF CHİLDHOOD A Social History of Family Life. New York: Vintage Books.
Baker, U. (tarih yok). Körotonomedya. Haziran 14, 2017 tarihinde http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,152,0,0,1,0 adresinden alındı
ÇOCUK KORUMA KANUNU (2005, Temmuz 3). http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.5395.pdf
Göral, Ö. S. (2003). The Child Question and Juvenile Delinquency of During the Early Republican Era (Yüksek lisans tezi, Atatürk Enstitüsü). Boğaziçi Üniversitesi.
[1] Yalçın, A. (2016). Türkiye’de Çocuk Mahpus Olmak. İstanbul: TCPS Kitaplığı.
[2] Gürbilek, N. (2001). Kötü Çocuk Türk. İstanbul: Metis Yayınları.
[3] Ariés, P. (1962). CENTURIES OF CHİLDHOOD A Social History of Family Life. New York: Vintage Books.
[4] Öztan, G.G. (2011). Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
[5] Göral, Ö. S. (2003). The Child Question and Juvenile Delinquency of During the Early Republican Era (Yüksek lisans tezi, Atatürk Enstitüsü). Boğaziçi Üniversitesi.
[6] Maksudyan, N. (2011) “Orphans, Cıtıes, And The State: Vocatıonal Orphanages (Islahhanes) And Reform In The Late Ottoman Urban Space”, International Journal of Middle East Studies, 43(3), pp. 493–511. doi: 10.1017/S0020743811000638
[7] A.g.e
[8] ÇOCUK KORUMA KANUNU (2005, Temmuz 3). http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.5395.pdf
[9] Baker, U. (tarih yok). Körotonomedya. Haziran 14, 2017 tarihinde http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,152,0,0,1,0 adresinden alındı